Sixense Studio isimli bir firma gerçek zamanlı ve 3 boyutlu oyun kontrol cihazı geliştiriyor. Cihaz tüm haraketleri çok seri bir şekilde algılıyor ve o hızda tepki veriyor. Nintendo firmasının Wii adlı ürününde kullanılan oyun kontrol cihazından daha farklı bir yapıya sahip. Düşük seviyede manyetik alan yayan cihaz yaptığınız hareketleri bu şekilde algılayabiliyor. 6 açıdan kusursuz bir algılama kabiliyetine sahip cihaz her 10 milisaniyede vericiye sinyal gönderiyor. Bu da oldukça akıcı bir hareket yeteneği sağlıyor. 2009 yılında cihazı piyasaya sürmeyi amaçlayan firma daha çok oyun sektöründe bunun dışında mühendislik ve tıp alanlarında kullanılması düşünülüyor. Cihaz hakkında daha fazla video için firmanın sitesini ziyaret edebilirsiniz. Sixense Studio
Merhabalar 20 Mayıs 2016 tarihli bu bilgi verici yazımızı MUNİSE KASAP yazarımız Bilgi Ustamız sitemizde, Sixense TrueMotion 3D Controller başlıklı konu hakkında bilgi ve tecrübelerini bizlerle paylaştı kendisine teşekkür ederiz.
Kordon kanı bankacılığı, çocuklar için gelecekte hayat kurtaran organ nakli tedavileri gerektiren durumlarda, kesinlikle iyi bir karardır. Ancak; kordon kanı saklanması için gereken toplam maliyet çok yüksektir. Kordon kanı bankasının avantajları dezavantajları nelerdir, bir bakalım.
Kordon kanı saklama, gelecekte yaşamı tehdit eden hastalıklardan çocukları korumak için umut vaat tıp dünyasında nispeten yeni bir işlemdir. Çocukluk çağı kanserlerinde nakil tedavisi için nihai bir kaynak olduğu iddia edilmiş olsa da, kordon kanı saklanması hakkında ebeveynlerin aklını kurcalayan milyonlarca soru vardır.
Kordon Kanı Bankacılığı Nedir?
Kordon kanı, vücudumuzda sürekli dolaşan normal kana çok benzer. Kısacası, kanda var olan her üç bileşeni de içerir. Bu bileşenler kırmızı kan hücreleri (eritrositler), beyaz kan hücreleri (lökositler) ve plazmadır. Kordon kanını benzersiz yapan şey, diğer hücre türlerine dönüşme yeteneğine sahip olan kök hücrelerin varlığıdır. Kordon kanı bankacılığı prosedüründe, göbek kordonundaki kan hemen doğum sonrasında toplanır. Daha sonra istenmeyen parçacıkların ayrılması için işlenir ve kriyojenik koşullar altında depolanır.
Hem kamu hem de özel kan bankaları, kordon kanı saklamak için imkanlar sağlamaktadır. Kamu merkezlerinde saklamak için, annenin genel bir sağlık kontrolünden geçmesi ve kuruluş tarafından belirlenen kriterleri geçmesi gerekiyor. Kamu merkezlerinde muhafaza olanlar genellikle kök hücre araştırmaları için kullanılmaktadır. Bazı ebeveynler gerekli ücretleri ödeyerek özel kan bankalarında kordon kanı saklanmasını tercih etmektedir. Bunun için bir karar vermeden önce, bu işlemin artılarını ve eksilerini anlamak da çok fayda vardır.
Avantajları:
Kordon kanı bankacılığı ile depolanmış kan, çocuk, kardeşi veya herhangi bir yakın aile üyesinde transplant ile tedavi edilebilir şiddetli bir hastalık teşhis edildiğinde, kök hücre elde etmek için bir kaynak olarak kullanılabilir. Eğer aile karşılayabilirse, kordon kanı bankacılığı özel genetik bozukluklar, kan kanseri, talasemi ve benzeri hastalıklara dair aile öyküsüyle doğmuş bebekler için ömür boyu sigortasıyla eşdeğerdir. Kişinin kendi hücrelerini kullanmak, nakillerde görülen bir komplikasyon olan graft-versus-host hastalığı riskini azaltır.
Yani, prosedür maliyetine değer mi? Amerikan Pediatri Akademisi (AAP) karşılayabilen aileler için kordon kanı bankacılığı işlemini desteklemektedir. Kordon kanı, sadece kanı alınıp saklanan çocuk için değil, kök hücreleri uyumlu olan kardeşleri ve yakınları için de kullanılabilir. Her çocuğun ilerideki hayatında kordon kanına ihtiyaç duyma ihtimali 1/1000-1/200000 olarak hesaplanmıştır. Bu nedenle, kordon kanı saklanması güvenli bir gelecek sağlanması yolunda akıllıca bir adımdır.
Dezavantajları:
Yüksek fiyat, ilgilenen herkes için önemli bir sorundur. Amerika’da güvenilir özel bir kan bankası, kayıt işlemi için yaklaşık 2.000- 2,200 USD ücret alabilir. Bu toplama ücretine ek olarak, kordon kanı bankacılığının yıllık bakım için maliyeti yaklaşık 100 USD’dır. Bu nedenle kordon kanı saklama kendi çocuğunun sigortalanması için mantıklı geliyor olsa bile, her ebeveyn için uygun olmayabilir.
Bir başka sorun planlama zamanlarıdır. Kordon kanı bankacılığı için karar verdiklerinde çoğu aile için geç kalınmış oluyor. En ideali gebelik 34 haftalık olduğunda özel bir kordon kanı bankasına başvurmaktır. Bunun nedeni toplanan kan için bireysel bir kit ve depolama için özel düzenlemeler gerekmesidir. Bunun yanı sıra, toplanan kordon kanı sınırlı bir örnektir (yaklaşık 3 – 5 gram). Bu nedenle, yetişkinler için kök hücre nakli kullanımında yeterli olmayabilir.
Yüksek maliyet göz önüne alındığında, seçim için zor bir karar olabilir. İyi tarafından bakmak gerekirse kamu kordon kanı bankalarında da eşleşen örnekler bulmak mümkün olabilir.
Merhabalar 20 Mayıs 2016 tarihli bu bilgi verici yazımızı RASİM GÖÇER yazarımız Bilgi Ustamız sitemizde, Kordon Kanı Bankacılığı Nedir? Avantajları ve Dezavantajları Nelerdir? başlıklı konu hakkında bilgi ve tecrübelerini bizlerle paylaştı kendisine teşekkür ederiz.
Bu yazımda size, 4 basit adımda Adobe Photoshop ile aşağıdaki parlak yazı efektinin nasıl oluşturulacağını göstereceğim.
Sadece bir metin katmanı ve birkaç katman stilli ile çok güzel bir efekt oluşturacağız.Tüm efekt, vektör metin katmanı üzerinde yapılacak olduğundan, yazı tipi veya harf değiştirmek için özgür olacağız. Birkaç dokunuş ile perspektif ve gerçekçi olması için basit bir gölge ekleyeceğiz.
Adım 1 Photoshop’u çalıştırın ve 800×600 piksellik bir çalışma alanı oluşturun.Arka Plan, karanlık ve delikli bir şekilde olacak. Arka Plan’ın PSD dosyası için, tıklayın.
Adım 2 Şimdi yazın ve düzenleyin.Ben Trajan yazı tipini, 425 piksel ve siyah renkli olacak şekilde kullanıyorum.
Adım 3 Katman efektleri ile yazımıza gölge, parlaklık gibi özellikler katalım.Metin katmanına tıklayın ve şu yolu izleyin: Layer(Katman)>Layer Style(Katman Sitili)>Drop Shadow(Gölgelendirme)’ye girin ve aşağıdaki Karışım Ayaları(Blend Options)’nı uygulayın.
Gradient Overlay ayarları için daha büyük görüntü
ve bu da Stroke efekti için Gradient ayarı
Efektleri uyguladıktan sonra çalışmamızın şu şekilde gözükmesi gerekiyor.
Adım 4 Klavyedeki Ctrl tuşuna basılı tutarak Metin Katmanını seçin.Ctrl+Shift+N tuşlarına basılı tutup yeni bir katman oluşturun.Doldurma Aracı (G) ile seçili alanı siyah renk ile doldurun ve Ctrl+D (Deselect) kombinasyonu ile seçimi kaldırın.İçini siyah renk ile doldurduğumuz katmanı seçin ve yukarıdaki menüden şu yolu izleyin:
Filter(Filtre)>Blur(Bulanıklık)>Motion Blur’u seçin ve -85 derecelik bir açı uygulayın.Diğer kısmı ise 39 piksel olarak ayarlayın.Bu katmanın saydamlığını %35 olarak ayarlıyoruz.
Yazar: H. İbrahim Coşgun
Merhabalar 20 Mayıs 2016 tarihli bu bilgi verici yazımızı ABDURRAHMAN GÖKYAR yazarımız Bilgi Ustamız sitemizde, Photoshop ile Parlak Yazı Efekti Oluşturmak başlıklı konu hakkında bilgi ve tecrübelerini bizlerle paylaştı kendisine teşekkür ederiz.
Ders çalışmak okul hayatının bir gerekliliğidir. Pek çok önemli sınava hazırlanmak durumunda kalınır fakat herkes aynı derecede konsantrasyona sahip değildir. Konsantrasyon eksikliği kişilerin sıklıkla şikayet ettikleri konulardan biridir. Bunun neticesi olarak da ne kadar çalışılırsa çalışılsın istenilen verim elde edilemez. Ders çalışırken istenilen verimin alınabilmesi için bazı unsurlara dikkat edilmesi gerekmektedir. Uzmanlar tarafından belirlenen bu unsurlar kişinin dikkatini derse toplamasında oldukça yararlıdır. Ders çalışmaya başlamadan önce ve ders çalışma esnasında yapılması gerekenleri şu şekilde sıralayabiliriz.
1. Çalışırken istenilen verimin alınması için uygun bir çalışma ortamının sağlanması gerekmektedir. Ders çalışma ortamının sessiz, düzenli ve ferah olması gerekmektedir. Dikkat dağıtacak objeleri bulundurmamak gerekmektedir. Oldukça sade bir ortam konsantrasyonun sağlanmasında yararlı olacaktır.
2. Kişinin kendini ders çalışmaya hazırlamış olması gerekmektedir. Psikolojik olarak kendini rahatlatmalı, kafasındaki diğer düşünceleri çıkartarak sadece çalışacağı derse odaklanması gerekmektedir.
3. Çalışılacak olan dersle ilgili gerekli olan tüm araç ve gereçleri yanında bulundurmak da oldukça önemlidir. Aksi halde gerekli araç ve gereçleri almak için ders bölündüğünde konsantrasyon eksikliğine neden olabilir.
4. Kişinin nerede rahatsa o ortamda ders çalışması gerekmektedir. Fakat yatak ders çalışmak için uygun bir yer değildir. Rahatlıktan kasıt rahat bir masa ve sandalyedir.
5. Ders çalışmaya başlamadan önce yemek yemek yanlıştır. Yemek yedikten sonra insanın uykusu gelebilir. Bu yüzden yemekten sonra 1 saat kadar beklenmeli ve ders çalışmaya öyle başlanmalıdır. İnsanın karının aç olması da ders çalışma verimini etkiler. Bu yüzden ne aç ne de çok tok bir şekilde derse başlamamak gerekir.
6. Ders çalışmak için uygun zaman seçilmelidir. Bazı insanlar sabah uyandıklarında dinç olurlar ve kendilerini ders çalışmaya uygun hissederler. Bazı insanlar ise öğle veya akşam saatlerinde kendilerini ders çalışmak için hazır hissedebilirler. İnsanın hangi saatlerde ders çalışmak için daha hazır olduğunu tespit etmesi ve programını ona göre belirlemesi gerekmektedir.
7. Ara vermeden saatlerce çalışmak yanlış bir yöntemdir. Çünkü beyin yorulur ve konsantrasyon düşer. İnsanın konsantrasyon süresi yaklaşık 45 dakikadır. 45 dakika veya 1 saat çalışıldıktan sonra biraz ara verilmeli ve daha sonra derse tekrar başlaması gerekmektedir. Araları çok uzun tutmak da konsantrasyon eksikliğine neden olabilir. Bu yüzden 1 saat çalışıldıktan sonra yaklaşık 15 dakika ara verilmesi gerekmektedir.
8. Çalışılan dersten istenilen verimin alınması için tekrar yapmak çok önemlidir. Tekrar edilmeyen bilginin unutulması kaçınılmazdır. Özellikle 48 saat geçmeden çalışılan konuyu tekrar etmek bilgilerin daha kalıcı olmasını sağlayacaktır.
9. Zorlanan derslerin dışlanmaması gerekmektedir. Tam tersi anlayabilmek için zorlanan derslerin üzerine gidilmelidir.
10. Aşırı kaygı konsantrasyonu bozar. Bu yüzden sürekli başarılı olamayacağını düşünen kişi kendi motivasyonunu düşürür. Bunu aşmak için kişinin kendine güvenerek, başarılı olacağını düşünerek çalışması gerekir.
11. Televizyona takılıp kalmak, arkadaşlarla uzun telefon görüşmeleri yapıp zamanı kontrol edememek de verimi düşürür. Bu yüzden zamanı iyi kullanmayı öğrenmek gerekmektedir.
Yazar: Özge Yıldırım
Merhabalar 20 Mayıs 2016 tarihli bu bilgi verici yazımızı BAŞAK KORGUN yazarımız Bilgi Ustamız sitemizde, Verimli Ders Çalışma Yöntemleri başlıklı konu hakkında bilgi ve tecrübelerini bizlerle paylaştı kendisine teşekkür ederiz.
Noelin Kelime Anlamı (Etimolojik Olarak Noel) Nedir?
Noel sözcüğü köken olarak Latince Natalis (doğum) kelimesinden gelmektedir. Türkçe’ye Fransızca Noël (Noel sezonu) sözcüğünden geçmiştir. Fransızca "haber" veya "yeni" anlamındaki "nouvelle" kelimesinden geldiği de düşünülmektedir. Ayıca Galya dilinde “noio” yani yeni anlamına gelen kelime ile “hel” güneş anlamına gelen kelimenin birleşmesiyle oluşan “Yeni Güneş” anlamına geldiği düşünülmektedir.
Noel kelimesi o devrin putperest toplumlarında yeni yıl kutlamalarının adı olarak kullanılmış. Roma imparatorluğu döneminde ise mutlu bir olayın karşılanması durumlarında halkın “Noel noel” diye bağırdığı bilinmektedir. Bu konuda başka bir tespit ise Noel sözcüğünün Fransızca haber veya yeni anlamına gelen “Nouvelle” kelimesinden türediğidir.
Noel’le aynı anlamda ve özellikle İngilizce konuşan ülkelerde kullanılan Christmas, Yunanca “Khristos (Mesih)” ve avam Latincesindeki “Messa” (Efkaristiya ayini) kelimelerinin birleşmesinden oluşmuştur. Messa sözcüğünün kökeni Latincede”missa” yollama, Gönderme Anlamına da gelmektedir. Ayinlerin sonunda cemaatin dağılması anlamında kullanıldığı düşünülmektedir.
Noel Ne Zaman ve Ne İçin Kutlanır?
Hristiyan olan ülkelerde her yıl 25 Aralık tarihinde İsa’nın doğumu olarak kutlanan Noel, Doğuş Bayramı, Kutsal Doğuş veya Milât Yortusu isimleriyle de bilinmektedir. Hristiyan olmayan toplumlarca da büyük bir sevinç ve coşkuyla kutlanan Noel, dini içeriği olmayan, sadece eğlence amaçlı, hediyeleşme ve yeni bir yılı karşılamak amaçlı kutlanmaktadır.
Noel, Hristiyanların çoğu tarafından 25 Aralık tarihinde kutlanır. 24 Aralık’ta Noel arifesiyle başlayan kutlamalar, bazı ülkelerde 26 Aralık akşamına kadar devam etmektedir. Doğu Ortodoks Kiliseleri (Ermeni Kilisesi), Jülyen takviminde 25 Aralık’a denk gelen 6 Ocak tarihini Noel olarak kutluyorlar. Hristiyanların çoğunlukta olduğu ülkelerde Noel tatili yılbaşı tatiliyle birleştirilir. Ülkemizde ise 31 Aralık’ta yeni yıl kutlamaları yapılır ve 1 Ocak tarihi resmi olarak “Yeni Yıl Tatili” ilan edilmiştir.
Noel Nasıl Kutlanıyor?
Hristiyan ülkelerde, Müslüman olan ve diğer inançlara sahip ülkelere göre daha renkli ve coşkulu bir şekilde kutlanan Noel hazırlıkları aylar öncesinden başlar. Bu hazırlıklar büyük bir özen içerisinde gerçekleştirilir. Advent döneminde yani Hristiyanların İsa’nın doğum tarihi olan 25 Aralık öncesinde 24 penceresi olan advent takvimleri hazırlanır. Bu takvimlerde her pencerenin ardına resimler veya şekerlemeler gizlenir, her gün bir tanesi açılır.
Bazı ülkelerde advent mumları yakılır ve okullarda İsa'nın doğumunun ve doğudan gelen üç müneccimin İsa’ya hediyeler getirişinin canlandırıldığı oyun ve gösteriler sahnelenir. Kiliselerde ve sokaklarda korolar halinde Noel ilahileri söylenir. Noel öncesindeki hafta sonlarında Noel partileri verilir. Noel ağaçları süslenir. Caddeler, sokaklar, alışveriş merkezleri, evlerin bahçeleri ve iç mekanları ışıklarla ve yeniyıl süsleriyle süslenir. Noel ağaçları büyük bir ihtişamla süslenir. İnsanlar birbirlerine hediyeler alırlar. Noel arifesinde Noel Baba’nın gelişi simgesel olarak canlandırılır. Çocuklar Noel Baba’nın getireceği söylenen hediyeleri heyecanla beklerler. İnsanlar Noel gecesinde süslenen Noel ağaçlarının altına koydukları hediyeleri birbirlerine verirler.
Çoğu ülkede Noel’in yeni yılla birleştiği 31 Aralık tarihinde, yeni bir yılı karşılamak geride bırakılan yılın yorgunluğunu atmak ve gelen yeni yıl için umut beslemek amacıyla “Yılbaşı Kutlamaları” yapılmaktadır. Bu kutlamalar Hristiyanlardaki dini amacından sıyrılmış ancak “Noel Geleneği” içerisinde yer alan hediyeleşme, sofralar hazırlayarak akraba ve arkadaşlarla kutlama yapma, noel ağacı süsleme, evlerin cadde ve alışveriş merkezlerin süslenmesi, “Noel Baba” kıyafetleri giyen insanların alışveriş merkezlerine müşteri çekmek amacıyla küçük hediyelerle doldurdukları torbalarından çocuklara küçük hediyeler dağıtması gibi eylemler gerçekleştirilmektedir. Bu durum, farklı kültürlerden alınan davranış alışkanlık ve geleneklerin bizim kültürümüze eğlence ve aile ve arkadaş bağlarının güçlendirilmesi amacıyla geçmesi olarak açıklanabilir.
Noelde Yenen Yiyecekler Nelerdir?
Birçok ülkede 25 Aralık öğleden sonrası Noel Yemeği hazırlanır ve yemekler ailecek yenir. Sofralarda her ülkenin kendi kültürüne göre farklı yemekleri bulunur. Ancak en çok Hindi Kızartması ve Sosis tüketilmektedir. Bazı ülkelerde yemekten sonra tatlı olarak kekin üzerine Noel Pudingi dökülerek servis edilir.
Noel arifesi gecesi evlerde Noel Baba ve geyikleri için yiyecekler bırakılır. ABD’de süt ve kurabiye bırakılırken ülkemizde ise likörlü şarap (şeri), meyveli tart ve havuç bırakılır.
Ülkemizde yeniyıl sofralarında yok yoktur. Hindi,pilav,börek, dolma,çeşitli şerbetli ve pudingli tatlılar,rakıya meze olacak yiyecekler (Rus Salatası, Haydari, Tarator, Peynir), diğer içkiler ve içeceklerle yenmesi için kuruyemiş veya tuzlu fıstık, içki tüketilmiyorsa meyve suyu ve asitli içecekler ve daha sayamadığım birçok yiyecek ve içecek yeni yıl sofralarında yerini alır. Genç nüfusun yoğun olduğu bir ailede, gençler genellikle dışarıda eğlenmeyi tercih ettiklerinden bu yiyecekler bir çoğu ebeveynlere kalır.
Kaynakça: tr.wikipedia.org/wiki/Noel
Yazar: Eda Şahan
Merhabalar 20 Mayıs 2016 tarihli bu bilgi verici yazımızı MAZLUM AYAR yazarımız Bilgi Ustamız sitemizde, Noel (Christmas) Nedir? Niçin ve Nasıl Kutlanır? başlıklı konu hakkında bilgi ve tecrübelerini bizlerle paylaştı kendisine teşekkür ederiz.
Birçoğumuzun araç içinde hareket halinde olduğumuz zamanlarda midesi bulanmaktadır. Bu mide bulantısı bazı kişilerde sık sık tekrarlanmaktadır. Taşıt kısa bir mesafe bile gitse midemizde rahatsızlık hissetmekteyiz. Yapılan araştırmalara göre ülkemizde yaklaşık olarak 3 milyon kişi seyahat sırasında mide bulantısı geçirmektedir.
Bu mide bulantısının sebebini açıklayacak olursak; Dış kulağımızın görevi sesleri duymamızı sağlamaktır. İç kulak ise duyma olayıyla ilgilenmemektedir. İç kulağın asıl görevi dengemizi sağlamaktır. İç kulağımızın içinde sıvı vardır. Araç içinde iken hareket halinde olmaktayız. Aracın hareket etmesiyle birlikte iç kulağımızdaki sıvı çalkalanmaktadır. Bu sıvının çalkalanması sonucu sinir sistemimiz aracılığıyla beyin uyarılmaktadır.
Araba tutması olayı beyimize giden uyarılarla ilgilidir. Araç içinde gazete,dergi okuduğumuzda ya da araba içindeki nesnelere baktığımızda gözlerimizden beynimize sinyaller gitmektedir. Bu sinyallerde hareket halinde olmadığımız beyine bildirilmektedir. Beyin hareket olmadığımızı algılar. Ancak iç kulağımızdaki sıvı ise sürekli çalkalanmaktadır. İç kulağımız ise sinir sistemi aracılığıyla beyine farklı bir mesaj vermektedir.İç kulağın verdiği mesajla hareket halinde olduğumuzu beynimize bildirir. Bu farklı sinyalleri alan beyin bu durumu kontrol etmekte zorlanır. Bu farklı mesajlarla birlikte midemiz bulanmaktadır. Bu durum halk dilinde araba tutması olarak bilinmektedir.
Bu mide bulantısı türü sadece araba içinde gerçekleşmez. Deniz yolculuklarında mide bulanmasının kaynağında da aynı durum yatmaktadır. Ancak denizdeki hareket üç boyutlu bir yapıya sahiptir. Yolculuk olayına daha fazla konsantre olduğumuz için meydana gelebilecek mide bulantısının etkisi daha fazla olmaktadır. Araba yolculuklarında bu durumun meydana gelme oranı yaklaşık olarak % 7 iken, gemi yolculuğunda bu oran % 25 çıkmaktadır.
Araba Tutmasının Belirtileri – Baş ağrısı – Bulanık görme – Baş dönmesi – Mide bulantısı ve kusma ihtiyacı – Nabız yükselmesi – Stres – Denge bozukluğu – Panik hissi
Taşıt Tutmasından Kurtulmanın Yolları Taşıt içindeyken önce yakına sonra uzağa bakmalıyız. Bu durumu belli aralıklarla tekrarlamalıyız. Dikkat edecek olursak taşıtı kullanan kişide bu olay gerçekleşmemektedir. Çünkü kendisi trafiğe odaklanmıştır. Gözleri sürekli takip halindedir. Yakındaki cisimleri ve uzaktaki cisimleri duruma göre takip etmektedir. Taşıt tutması küçük yaşlarda sıklıkla görülmektedir.Özellikle çocuklarda çok fazla meydana gelmektedir. Çünkü yaşımız ilerlediği sürece yaptığımız taşıt yolculuğu sayısı artmaktadır. Bu yolculuk sayılarının artması sonucunda artık iç kulakta sallanmaya karşı olan hassasiyet azalmaktadır.Beynimize gönderilen mesaj eskisi kadar etkili olmamaktadır.
Taşıt tutmasına karşı bazı önerileri dikkate almalıyız. Araç içinde kitap okumamalıyız. Çünkü bu durumda gözlerimizden beynimize giden bilgi beyni yanıltmaktadır. Özellikle zihinsel bir durumla ilgilenin. Bazı şeyleri düşünebiliriz.Hayal kurmak ya da plan yapmak zihinsel bir uğraş olacaktır. Ayrıca ani baş hareketlerinden uzak durmamız gerekmektedir. Araç içinde beslenmemize de dikkat etmeliyiz.Mide bozucu besinler alınmalıdır. Yani nikotin, kafein ve tuz gibi besinler kullanılmamalıdır. Seyahatimiz sırasında stres yapmamalıyız.
Taşıt bulantısının atlatılması için tıbbi ürünlerde tavsiye edilmektedir. Taşıt tutmasına karşı ilaçlar üretilmiştir. Gerekirse bunlar kullanılabilir. Ayrıca iç kulaktaki sıvıyı kontrol altına almak ve beynimize mesaj yollanmasını önlemek için üretilen kulak arkası bantları da kullanılabilir. Bu bantlara scopolomine adı verilmektedir.
Araç tutmasından insanlar farklı oranda etkilenmektedir. Yapılan araştırmalara göre bazı insanlarda araba tutması olayının görülmemesinin sebebi genetik olarak açıklanmıştır.
Merhabalar 20 Mayıs 2016 tarihli bu bilgi verici yazımızı REGAİP AKSÖYEK yazarımız Bilgi Ustamız sitemizde, Taşıt Tutması Nedir? Belirtileri ve Uyarıları Nelerdir? başlıklı konu hakkında bilgi ve tecrübelerini bizlerle paylaştı kendisine teşekkür ederiz.
Öğretmen atamalarındaki sıkıntı hep tartışılır durur, atanamayan öğretmenler haklı olarak tepkilerini dile getirirler, devlet öğretmenlik yapabilecek kapasitede olan yani elinde Lisans belgesi olan her öğretmeni atamak zorunda mıdır? Eğitim fakültelerinde okuyan öğrenci sayısı ile devletin ihtiyaç duyduğu öğretmen sayısı birbirine paralel midir ? KPSS sınavı gerekli midir? gibi sorulara kendi açımdan cevap vermeye ve değişik bakış açıları üretmeye çalıştım.
Öncelikle Türkiye Cumhuriyeti Devleti sosyal bir hukuk devletiyse ki öyle halkın huzurunu, refahını, yaşam standartlarını ve sosyo-ekonomik sıkıntıları gidermek zorundadır. 4 yıl okumuş, emek, zaman ve para harcamış, öğretmen olabilecek yeterliliğe ulaşmış bir insanın öğretmen olarak göreve başlayamaması devlet için bir problemdir ve bunun çözüme kavuşturulması gerekmektedir. Bunun için kısa vadede devlet imkanları zorlayıp atama bekleyen öğretmenleri Milli Eğitim Bakanlığı bünyesine almalı ve göreve başlatmalıdır, büyük devlet sosyal devlet olmanın gereği de budur.
Eğitim fakültelerinde okuyan öğrenciler ile devletin ihtiyaç duyduğu öğretmen sayıları arasında her geçen yıl büyük farklar oluşmaktadır. Devletin ihtiyaç duyduğu öğretmen sayısı ile eğitim fakültelerinde okuyan öğrenciler arasında çok büyük farklar vardır. Bu sıkıntının başlıca sebebi bu fakültelere alınan öğrencilerin sayı bakımından çok fazla olması. Devlet ne kadar öğretmen atayacaksa o rakama yakın sayılarda öğrenci almalıdır. Fazlası öğrenciler için büyük sorunlar oluşturmaktadır.
KPSS gerekli midir? sorusuna kendi açımdan tam anlamıyla karar vermiş değilim. Ben şöyle düşünüyorum; Eğer devlet 100 öğretmene ihtiyaç duyuyorsa 110-120 civarı öğrenci alsın bu 120 kişi içerisinden 100 kişiyi seçsin. Bunun başlıca sebebi de aile zoruyla, mecburiyetten gelmiş veya öğretmenlik yapamayacak insanların öğretmen olmasını engellemektir. Alınacak öğretmen 100, öğrenci sayısı 500 ise burada sıkıntı var demektir. Ama ben mezun olmanın öğretmen olabilecek yeterlilikte olmadığını düşünüyorum, KPSS ve yanında ek olarak sözlü sınav şart. Çünkü iyi bir öğretmen olmak, geleceğe yön vermek 5 seçenekten 1 tanesini doğru işaretlemek değildir, diye düşünüyorum.
Yazar: Melih ÖZTÜRK
Merhabalar 20 Mayıs 2016 tarihli bu bilgi verici yazımızı IRMAK EKEN yazarımız Bilgi Ustamız sitemizde, Atanamayan Öğretmen Mi? Ataması Yapılmayan Öğretmen Mi? başlıklı konu hakkında bilgi ve tecrübelerini bizlerle paylaştı kendisine teşekkür ederiz.
MouseIMP Pro , adından da anlaşılacağı gibi mouse için yazılmış bir program. Bu program sayesinde bilgisayarınızı çok daha etkin ve hızlı bir şekilde kullanabiliyorsunuz.
Program windows pencerelerinde mouse’ un sağ yada orta tuşlarıyla hızlı bir şekilde kaydırma yapmanıza imkan sağlıyor. Üok uzun metinlerde, web siteleride dolaşırken, bilgisayarınızdaki dosyaları gezerken vs. kısacası bilgisayarda her an ihtiyacınız olabilecek bir program.
Programın ana ekranında mouse ile katettiğiniz mesafeyi, sayfalarda dolaşırken yaptığınız mesafeyi , toplam kullanma süresi gibi istatistiksel bilgiler içermekte.
Direct Scroll ekranında mouse ‘un hangi tuşuyla kaydırma yapacağınız, kaydırma hızı gibi özellikler ayarlayabiliyorsunuz.
Options bölümünde de programla ilgili teknik ayarları yapıyorsunuz.
Bu Program özellikle yazılımla uğraşanlar, grafik tasarımı yapanlar, 3D animasyon yada çizim programları kullanan kişiler için çok kullanışlı.
Programın demo versiyonu için TIKLAYIN şifre: www.bilgiustam.com
Merhabalar 20 Mayıs 2016 tarihli bu bilgi verici yazımızı NURTEN ÖZYEŞİL yazarımız Bilgi Ustamız sitemizde, MouseIMP Pro başlıklı konu hakkında bilgi ve tecrübelerini bizlerle paylaştı kendisine teşekkür ederiz.
Tencere daha 14. yüzyılda hemen hemen tamamıyla bugünkü şeklini aldı. O zamanlar tencereler sadece yemek pişirmek için değil, su kaynatmak hatta içinde çamaşır yıkamak için bile kullanılıyordu. En eski tencereler dökme demirdendiler. Sonraları toprak, bakır, alüminyum, emaye ve camdan olanları da yapıldı. Bakır tencerelerin, kullanış ve dayanma bakımından iyi olmalarına karşın sık sık kalaylanmaları gerekir. Alüminyum tencerelerin sakıncalı yanlan ise kesif soda ve alkali eriyiklerin alüminyum üzerine olan etkileridir. Sıcak-soğuk farkından etkilenip çatlasalar da en sağlıklı tencereler cam (payreks) olanlarıdır. Pişirme sırasında içleri görülebildiğinden sık sık kapaklarının açılması gerekmez, yiyeceğin vitamini kaçmaz. Düdüklü tencerelerin yan yüzleri basınca dayalı malzemeden yapılır. Kapaklan ise ilginçtir. Çevrilince tencerenin ağzını içten sıkı sıkı kapatırlar ve buharın kaçmasına mani olurlar. Düdüklü tencerenin kapağında herhangi bir patlama tehlikesine karşı, istenen basınca, dolayısıyla pişme derecesine göre ayarlanabilen bir subap vardır. Basınç ayarlananın üstüne çıkınca subap açılır, buhar buradan dışarı kaçar, hızla çıkan buharın çıkardığı düdük sesi de etrafı olaydan haberdar eder. Düdüklü tencere ismini de bu nedenle almıştır.
Düdüklü tencerenin pişirme prensibinde suyun kaynama özelliği yatar. Su 100 derecede kaynar demek tek başına doğru bir ifade değildir. Kaynama sıcaklığı atmosfer basıncı ile doğrudan ilgilidir. Basınç atmosfer basıncından düşükse, su daha düşük sıcaklıklarda da kaynayabilir veya basınç atmosfer basıncından yüksekse suyun kaynaması için daha yüksek sıcaklıklar gerekir. Normal tencere ısıtıldığında su 100 derecede kaynar ve tüm su kaynayana kadar bu sıcaklık sabit kalır, yemek de bu sıcaklık da pişer. Düdüklü tencerede ise buhar dışarı kaçamadığından tencerenin içindeki basınç gittikçe artar, dolayısıyla su 100 derecede kaynamaz, tenceredeki sıcaklık 130 dereceye kadar çıkar. Böylece pişirilmesi istenen besinlerin ısısı suyun kaynama derecesinden çok daha yükseğe çıkar. Bu yüksek sıcaklık yiyeceğe süratle nüfuz ederek, vitamin ve minerallerini kaybetmeden daha çabuk pişmesini sağlar. Bundan dolayı et haşlaması en çok yarım saatte, kuru sebzeler yirmi dakikada pişebilirler. Gelelim düdüklü tencerenin öyküsüne. 1682 yılının 12 Nisan akşamı Londra'da bir evde kraliyet sosyetesinden bir grup yemek yiyeceklerdir. Bu yemek o güne kadar yenmiş yemeklerden farklıdır çünkü davetlilerden Fransız mucit, 35 yaşlarındaki Deniş Papin, yemeği son buluşu olan, her tarafı kapalı, üzerinde emniyet vanası olan bir kap içinde pişirecektir. Papin, gazlarla ilgili ana kanunları formüle eden İrlandalı fizikçi Robert Boyle'nin asistanıdır ve kabın içindeki buhar basıncını arttırarak, yemeğin sıvı kısmının kaynama noktasını yükselten bu buluşunu 1679′da gerçekleştirmiştir. Yemekte bulunanlar pişen etten o kadar memnun olmuşlardır ki, bu buharlı tencere süratle yayılmış, hemen hemen bütün yiyeceklerin hatta pasta ve pudinglerin pişirilmelerinde bile kullanılmıştır. Her icadın ilkinde olduğu gibi, bunda da bazı aksamalar olmuş, emniyet valfı sık sık tutukluk yapmış, güzel bir akşam yemeği yemeye hazırlananlar, tencere patlayınca yiyecekleri duvarlarda seyretmek zorunda kalmışlardır. Bu patlamalar düdüklü tencerenin neredeyse 150 yıl unutulmasına yol açmıştır. Tekrar popüler olması ise Napoleon Bonaparte sayesinde olmuştur. 'Bir ordu midesi üzerinde hareket eder' diye bir vecizenin sahibi olan Napoleon askerlerine yiyecek ikmalini sağlıklı yapamamaktan şikayetçi idi. Bu sorunu çözmek için parasal ödül vaat etmesi üzerine Fransız şef Nicholas Appert, Papin'in buluşunu geliştirerek günümüzdekine benzer pratik bir düdüklü tencere yapmış ve tekrar yaygın olarak kullanılmasını sağlamıştır.
Bence düdüklü tencere, insanlık adına yapılmış en büyük icadlardan birisidir.
Kaynak
Merhabalar 20 Mayıs 2016 tarihli bu bilgi verici yazımızı HİLAL SARAÇ yazarımız Bilgi Ustamız sitemizde, Düdüklü Tencerenin İcadı, Düdüklü Tencere Nasıl Çalışır? başlıklı konu hakkında bilgi ve tecrübelerini bizlerle paylaştı kendisine teşekkür ederiz.
Güney Amerika'nın tarihi en kanlı ve karmaşık ülkesi Bolivya, aslında kendisine ismini veren Simon BOLİVAR'ın en az uğradığı ve uğruna mücadele verdiği yerdir. Bolivya'ya bu adın verilmesi efsane komutan ve Güney Amerika sömürgecilik karşıtı hareketin lideri Simon BOLİVAR'ın kıtanın bu kısmı için bölge ve ülke ayırt etmeksizin verdiği amansız ve destansı mücadelenin anısına ithafen verilmiştir.
Bolivya, Güney Amerika ülkeleri içinde Sosyalist hareketlerin efsane ismi olan Meşhur Gerilla lideri Che GUERA'nın özel birliklerce öldürüldüğü yer olması bakımından ayrı bir yere sahiptir.Tıpkı Bolivar gibi Che de Güney Amerika halklarını tek bir bayrak altında toplamaya çalışmış fakat reel sınır ve gerçekleri değiştirmeye muktedir olmasa da etkileri gerek Güney Amerika'da gerekse de dünyanın diğer yerlerinde halen süren Sosyalizme sempatinin tanrılaştırılan ikonu olmuştur.
“Kolombiya” ''Kolomb’'un ülkesi''
Kristof KOLOMB'un hiç ayak basmadığı bu ülkeye adının verilmesi ülke isimlerinin kökeni bakımından oldukça ironik olsa gerek. Aslında Kristof KOLOMB’'un hayatının kendisi, ironi ve talihsizliklerin alasını sergiler ; bugün dünyanın süper güçlerine ev sahipliği yapan Amerika kıtasını keşfetmesine rağmen burayı Hindistan sanması tarihin en unutulmaz talihsizliğidir. Kolombiya kırk beş milyonluk nüfusuyla Güney Amerika'nın en etkili ve maden zengini ülkelerinden biridir.Ülke geçmişte olduğu gibi günümüzde de yüksek altın rezervleriyle hayalleri büyüleyen önemli bir yere sahiptir.
“Filipinler” İspanyol Kralı II.Felipe'nin Ülkesi''
Hristiyanlığın Güneydoğu Asya'daki En büyük ülkesi olan Filipinler adını Coğrafi keşiflerin başlatıcısı ve ilk sömürgecilik faaliyetlerini başlatan Avrupa'nın kendi zamanında altını üstüne getiren ismi İspanya kralı II.Felipe'den alır. Adayı ilk olarak İspanyol denizciler keşfetmiş ve uzun yıllar burayı İspanyol hakimiyetinde tutarak İspanyol kültürünün Güney Amerika ve İspanya'dan sonra en yaygın olduğu yer haline gelmesini sağlamışlardır.Ülke 105 milyonu aşan nüfusuyla ve hızla gelişen ekonomisiyle Güneydoğu Asya'nın Cazibe merkezlerinden biridir.
“İsrail” ''Hz. Yakup ya da Diğer Adıyla Tanrı Adına Güreşen Peygamberin Ülkesi''
Orta Doğu’'nun, daha doğrusu Asya’'nın Afrika'ya açılan kapısı olan İsrail, dünyanın en genç ve tartışılan ülkesidir. 1948 gibi yakın bir geçmişte kurulmasına rağmen, küresel Yahudi sermayesinin de etkisiyle dünyanın elektronik, ilaç , optik, ve silah bilimi gibi son derece kritik sanayilerinde liste başı ülkesi olmayı başarmıştır.
Ülke ismini Hz. Yakub'a verilen bir unvandan alır.Yahudiliğin kutsal metinlerinde geçen bir hikayeye göre Hz. Yakub kavmini Yabbuk Irmağı’ndan karşıya geçirdikten sonra insan siluetinde bir melek kendisine meydan okuyunca bu meydan okumaya karşılık melekle güreşe girişir melek yorulup pes etmek istemsine rağmen onunla akşama kadar güreşmeye devam eder. Bunun üzerine Hz. Yakub'a Tanrı adına güreşen anlamında ''İsrail''( İsra: güreşmek , El: Tanrı) unvanı verilir.
“El Salvador”''Kurtarıcı İsa’'nın Ülkesi''
İlk duyuşta insana ne alaka dedirtebilir; ancak Coğrafi Keşiflerin yaşandığı ve Roma Katolik Kilisesinin gücünü tüm görkemi ve gazabıyla hissettirdiği yıllarda Hz. İsa'nın yeri insanların özellikle de sömürge arayışındaki denizcilerin yaşamında hayati öneme sahipti. Yüzlerce asker kökenli denizcinin bulunduğu kalyonlarda bunlara eşlik eden çok sayıda misyoner din adamı da vardı.
İspanyol Kaşif Pedro de Alvarado Meksika'dan buraya geldiğinde elverişli iklim şartlarının varlığı ve her türden tropikal meyvenin varlığıyla buranın rüyalarda görülen türden bir cennet olduğunu fark etti. Bütün bu güzelliklerin ve nimetlerin kaynağına şükranı yansıtmak için buraya İspanyolca ''Kurtarıcı'' manasında Hz. İsa'nın adını verdi .Ülkenin adının yanı sıra başkentinin de adı Aziz Kurtarıcı anlamında San Salvador konuldu. Kuzey Amerika'yı Güney Amerika'ya bağlayan ülke Ankara ilimiz kadar yüz ölçümüyle yedi milyonluk bir nüfusu barındırması bakımından Amerika kıtasının en yoğun nüfuslu ülkesidir.
Yeni dünya olarak tanıtılan büyük hayal ve umutların kıtası Amerika, adını kendi kaderini belirleyen bir kahramanın kendisi için harcadığı emek veya ödediği bedelden ziyade bilimsel isimlendirmenin sonucu olarak bu kıtaya ad olmuştur. Ülkenin bulunuşu çok eskiye dayanmasına rağmen İtalyan denizci olan Amerigo Vespucci araştırmaları sonucunda 1507 yıllarında kıtaya keşifler yaparak Amerika kıtası adını almıştır. Kıtanın bulunduğu ilk dönemler de çok büyük olmasından ötürü Yeni Dünya olarak adlandırılmıştır.Kıtanın adının türetildiği 1500'lü yıllarda İtalyan denizci ve haritacı yaptığı seferler sonucunda Amerigo Vespucci'nin Latince söylenişinden Americus Vespucius olan Alman haritacı Martin Waldseemüller tarafından türetilmiş bir ad koyulmuştur.
Amerigo Vespucci kıtaya yaptığı dört seferiyle yazdığı yazılarla veya mektuplarıyla ülkenin tanıtımında çok etkili olmuş ve halkın bilinçlenmesinde önemli rol oynamıştır. Batı yarım kürede adından Yeni Dünya olarak söz ettiren ülke kuzey, güney, orta ve bunlara bağlı olan küçük küçük adalardan meydana gelen bir kıtadır.
Kıtanın adı ilk defa 1538 yıllında Gerardus Mercator tarafından harita üzerinde gösterilmiştir. 18. Yüzyılın sonlarında doğru Amerikan sözcüğü tarih kitaplarında ve Birleşik Devletleri ile kullanılmıştır
Yazar: Erdal Uğur
Merhabalar 20 Mayıs 2016 tarihli bu bilgi verici yazımızı MELİHA SEZER yazarımız Bilgi Ustamız sitemizde, İsmini Kişilerden Alan Ülkeler başlıklı konu hakkında bilgi ve tecrübelerini bizlerle paylaştı kendisine teşekkür ederiz.
Birçoğumuz yazın sıcak günlerinde biraz olsun serinlemek amacıyla açar klimasını. Peki hiç düşündünüz mü klima nasıl çalışır? Neden o ufak borudan su damlacıkları akar? Ya da klima alırken neye dikkat etmeliyim?
Klima, tamamen içerisinde bulunan freon gazının sıkıştırılmasıyla veya genleştirilmesiyle çalışır. Şimdi düşünelim. Bu gazlar içerisinde haliyle atom barındırıyor. Taa ilkokuldan beri bildiğimiz gibi, atomlar sürekli hareket ederler, ve bulundukları kabın çeperine sürekli çarparlar. İşte biz bu atomları alıp, daha küçük bir kaba koyarsak, aynı sayıdaki atom bu sefer çok daha az bir hacme hapsedilmiş ve çok daha az bir alana temas eder bir hal almış olacaktır. Böyle olunca da sürekli hareket eden atomlar, bu sefer daha sık bir şekilde çepere çarparak ısınmaya sebep olacaklardır. Tersi şekilde, bu sefer gazı genleştirirsek bu seferde daha az bir alana çarpan atomlar, oda ısısından aşağı düşmüş olacaklar. İşte klima da, ilk önce gazı sıkıştırarak sıvılaştırıyor ve ısınmasına sebep oluyor ve bu sıcak gazı oda dışarısından pervaneler yardımıyla soğutarak ısı kaybetmesini sağlıyor, daha sonra aynı sıvıyı genleştirerek odamızın içerisindeki klimanın içerisine veriyor, zaten ısısını kaybetmiş olan gaz birde genleşince bu sefer oda sıcaklığının son derece altına düşüyor ve bir başka pervaneyle soğuk hava odamızın içerisine üfleniyor. İşte sistem bu şekilde dönüyor. Burada gazın genleşmesi ve sıkıştırılması işlemleri ise, sıkıştırırken bir kompresör yardımıyla, genleştirirken ise bir kısılma vanası yardımıyla yapılıyor.
Klimaların ısıtıcı olarak kullanılması durumu ise yukardaki durumun tam tersi şekilde uygulanmasıyla mümkündür, ancak bilinmelidir ki, soğuturken gösterdiği verimliliği ısıtırkende göstermesi pek mümkün değildir.
Peki klimadan çıkan o ufak borudan akan suda neyin nesi? İşte burada çok ilginç bir durum ortaya çıkıyor.. Biz hiç içine su koymadığımız halde, bu klimanın neresinden su çıkıyor böyle? İşte bu su, sıcak hava ile soğuk hava arasındaki nem kapasitesinin farklı olmasından kaynaklanıyor. Şimdi yazın evimizde klimayı açtığımızı düşünelim Odamız sıcak olduğundan, odamızın içerisinde bulunan hava daha fazla nem içerecektir. Klimanın soğuk olan iç yüzeyi ise, çok daha az nem içerdiğinden, odamızın sıcak havası klima içerisinden geçerken soğumasıyla birlikte içerisinde barındırdığı fazla nemi, ısı kaybetmeye başladığı anda bırakacaktır. Bu havanın içerisinde çözülmüş olan fazla nem de, bildiğimiz su taneciklerine dönüşerek (adeta yağmur gibi) oracıkta birikecektir. İşte klima tasarımcıları bu su tanecikleri evin içerisine akmasın diye, bunu bir boruyla evin dışından atyılmasını sağlayacak bir tarsarım yapmılşlardır..
Bununla birlikte eğer bir klima alacaksanız, size bir mühendis olarak tavsiye edeceğim tek şey A sınıfı bir klima almanızdır. A sınıfı klimalar hem sizin cebiniz için hemde ülke ekonomisi için önemlidir, bununla birlikte küresel ısınmayı da unutmamak lazım. Ayrıca bildiğiniz gibi ülkemizin kuzey kesimleri nisbeten daha soğukken, güneyde hiç kış görmeyen illerimiz bile mevcut. Eğer ki, güneydeki illerin birisinde yaşıyor ve klima almayı düşünüyorsanız, zaten A sınıfı klimadan başka klima seçmeniz sizi bu alişverişte pişman edebilir. Bunun sebebi ise, klimalara konan freon gazlarının çalıştığı sıcaklık aralıklarında gösterdikleri verimler. (Son zamanlarda çıkmış yeni gazlarda mevcuttur fakat en sık kullananı freon gazıdır). Örneğin freon-12 gazıyla -5C dereceye ulaşmak için 10 kpa sıkıştırmanız gerekiyorsa, birbaşka gazla aynı sıcaklığa 5kpa ile ulaşabilirsiniz, bu da sizin cebinize elektrik faturası olarak yansıyacaktır.
Bu yüzden A sınıfı klimalar her zaman hem daha konforlu, hem daha ekonomik hemde modelinin yüksek olmasından dolayı daha yüksek bir teknolojiye sahiptir.
Tabi burada unutulmaması gereken bir konu daha var ki; klimaların filtreleri. Birçok insan maalesef periyodik bakımlardan kaçınmasına rağmen, her cihazda olduğu gibi klimalarda da periyodik bakımlar yapılmalı, kirlenen filtreler temizlenmeli veya değiştirilmelidir. Aksi takdirde odanın bütün havasını süzen bu filtreler mikrop yuvası haline gelir ki daha da kötüsü virüsleri barındırmasıdır. Hepiniz bilirsiniz ki, virüsleri öldürebilen hiçbir ilaç olmadığı gibi vücudda dahi kalıcı olarak kalmakta ve vücudun zayıfladığı bir anı yakaladığında tekrar çoğalmaktadır.
Bütün bunlarla birlikte, bu kadar klimadan bahsetmişken unutmamak gerekirki, bütün bunlar biz insanlara sunulmuş birer nimettir, işte bu nimetimizin vesilesi de Carrier’dir.
Willis H. Carrier (ABD) Cornell Üniversitesi Elektrik Mühendisliği bölümünden mezun oldu. Daha sonra, Buffalo Forge Company’de çalışmaya başladı, kısa sürede arge bölümünde yönetici vasfı kazanan Carrier klimayı da burada ki çalışmalarında keşfetti. Geliştirdiği ilk klimanın yaklaşık olarak 30 ton ağırlığında olduğu söyleniyor.
Yazar: Ahmet Serdar Güldibi
Merhabalar 20 Mayıs 2016 tarihli bu bilgi verici yazımızı YASİN OZAT yazarımız Bilgi Ustamız sitemizde, Klima Nasıl Çalışır? İdeal Klima Seçiminde Dikkat Edilmesi Gerekenler Nelerdir? başlıklı konu hakkında bilgi ve tecrübelerini bizlerle paylaştı kendisine teşekkür ederiz.
İnsectivora (böcekçigiller) takımına ait olan canlılardır. Toprağın altında kazdıkları tünellerde yaşar, beslenir ve ürerler. Memeli gurubuna ait canlılardır.
Köstebeklerin Fiziksel Özellikleri
Silindir biçiminde olan vücudu ve toprağı eşecek şekilde evrimleşmiş, ön ayakları vardır.
Tırnakları çok keskin ve kuvvetlidir. Her ayağında beş parmak bulunur. Toprağın altında, tünellerde yaşamaya tam bir uyum sağlamıştır. Tüyleri çok sık ve yumuşaktır, her yöne yatabilen tüyleri kadife görünümündedir. Daha çok siyah renkte olan köstebeklerin, nadiren gri ve beyaz renklisi de olmaktadır. Boyları 15-18 cm arasında değişir, 2-3 cm’lik kuyruk uzunluğu da boy uzunluğuna dahildir.
Erkek köstebekler, dişi köstebeklere göre daha iridir. Genel ağırlıkları100-130 gr arasında değişiklik gösterebilir. Köstebeklerin gözleri neredeyse, kör denilebilecek kadar zayıftır. Işığa karşıda çok hassas olan bu gözler, tüylerinin arasında gizlenmiş, neredeyse görünmez durumdadır. Köstebekler, iyi göremez; fakat az da olsa ışığı hissedebilirler. Bununla beraber, işitme, dokunma ve koku duyuları, oldukça gelişmiş ve çok hassas algılama kapasitesine sahiptir. Gerekli durumlarda dış kulağını kapatabilir, böylelikle toprak girmesini tamamen engeller. Dişleri 44 adettir, çok sağlam ve kesici dişleri vardır. Yaşama süreleri cinslere göre farklılık gösterebilir. Ortalama 4-5 yıl yaşarlar.
Köstebeklerin Yaşam Alanları
Köstebekler, Avrupa, Asya, Amerika ve Afrika kıtalarında yaşarlar ve buralarda yaşayan değişik türleri vardır.
Adi köstebek sadece Asya ve Avrupa'da bulunur, bu cins köstebeklerde dişiler beş hafta süren gebelik yaşarlar. Bir doğumda 3 ile 7 arasında yavru yapabilirler.
Afrika'da yaşayan altın köstebek ise sadece Afrika kıtasında bulunabilir.
Tepeli köstebek, soreks köstebeği, su köstebeği ise çoğunlukla batı Amerika'da olsa da, diğer yaşam alanlarında da rastlanabilmektedir.
Köstebeklerin Beslenmeleri
Köstebekler toprak içinde, yapmış oldukları tünellerde beslenirler. Toprak solucanları ve böcekler gibi yumuşakçaları yerler. Bitki köklerine ve bitkiye zarar veren böcek, kurtçuk ve solucanları avlarlar. Aslında insanlar tarafından zararlı olduğu ve bitki köklerine zarar verdiği düşünülen köstebekler. Ekolojik denge içinde, yararlı ve bitkileri zararlı haşerelerden koruyan canlılardır.
Açtıkları tünellerin içinde, yaklaşık saatte 4 km yol alabilirler.
Doymak bilmez, çok iştahlı hayvanlardır. Her 24 saat içinde kendi ağırlıkları kadar yemek yerler. 12 saatlik süre içinde beslenecek bir şey bulamazlarsa, ölürler. İnsanlar tarafından beslenen köstebekler, bir gün içinde 50-60 adet solucan tüketebilirler.
Köstebeklerin Yaşayışları
Genellikle yumuşak toprak cinslerini tercih eden köstebekler, bir saat içinde 10-12 metre tünel açabilirler. Kazdıkları tüneller uzunluk olarak bazen 100 metreye varabilir. Sivri burunları kazma esnasında çok işlerine yarar. Kazdıkları toprakları, burunları yardımı ile yukarı iterek yol alırlar.
Köstebekler ancak, yaşadıkları alandaki besin azalması durumunda toprak yüzeyinde görülebilir. Toprak yüzüne çıkmayı, genellikle gece yapmayı tercih ederler.
İyi yüzücü olan köstebeklerin çoğunluğu sulak yerlerde yaşar. Sansar, tilki ve gece avlanan yırtıcı kuşlar tarafından avlanabilirler. Köstebekler kendilerini tehlikede hissederlerse ve tehlike anlarında, derilerinden, sıvı yapışkan ve çok pis kokulu bir madde bırakırlar. Bu onların en büyük savunma mekanizmalarıdır. Genellikle düşmanları bu pis, kokulu sıvıdan rahatsız olarak, köstebeği bırakarak gitmeyi tercih eder.
Yeni doğmuş köstebek yavruları tüysüz olur. Tüylenmeleri 15 gün kadar kısa bir süre içinde tamamlanır. Postları, sık kıllardan oluşur, bu yüzden de kirlenme ıslanma gibi dış etkenlerden zarar görmezler. Çiftleşme dönemleri ilkbahardır, bunun dışında yalnızlığı seven canlardır. Doğduktan yaklaşık 2 ay sonra yuvayı terk eden köstebekler, bir yıl sonra erginleşir.
Çok fazla derin kısımlara gitmezler ve toprak yüzeyine de çok nadir çıkarlar. Toprak yüzeyine çıktıklarında kolay av olduklarından, yaşama şansları düşüktür. Toprak altında iken kullandığı ana odayı, yüksek ve geniş yaparlar. Bunun sebebi herhangi bir sel baskınına karşı, tedbir almaktır. Bu odanın altı kuru yapraklarla döşelidir ve altta ve üstte olmak üzere, çeşitli hava tünelleri vardır. Avlanma galerilerini her gün daha da çoğaltarak, kendilerine olabildiğince geniş avlanma sahaları yaparlar. Köstebeklerin tüyleri, dikine doğru yükseldikleri için, sağa ve sola hareket ederlerken engel yaratmaz, rahatlıkla hareket edebilirler.
Kör fare ile köstebekler birbirleri ile karıştırılabilir. En belirgin farkları, kör fareler toprağı ayakları ile değil, keskin dişleri ile kazarlar. Kör farenin burnu, köstebeğin sivri burun yapısına göre küttür. Kör farelerin gözleri de, ince bir deri tabakası ile tamamen kapanmış durumdadır.
Köstebeklerin Türleri
Köstebekler üç ana türe ayrılır. Ayrıldıkları türler altfamilyadır.
Uropsilinea – Asya sivri köstebekgiller
Scalopinae- Yenidünya köstebekgiller
Talpinae- Eskidünya köstebekgiller
Köstebekler Anadolu'da köstü ve kör köstü adları ile de anılırlar.
Köstebeklerin Zararları
Köstebekler çevre dengesi söz konusu olduğunda, zararlı haşereleri yedikleri için ve toprağı havalandırarak, daha sağlıklı hale getirdiği için, yararlı canlılardır.
Fakat insanlar genelde kör fare ile karıştırdıklarından dolayı, ekin köklerini kestiklerini ve yediklerini düşünürler. Ayrıca yeşil çim alanlarda kabartılar oluşturdukları içinde, estetiği bozduğunu gerekçe göstererek maalesef köstebekleri yok etmeye çalışılırlar. Birçok ülkede bu böyledir ve tarıma zararlı hayvanlar gözü ile bakılırlar. Almanya gibi bazı ülkelerde koruma altına alınsalar da, gerek zararlı görüldükleri için gerekse kürkleri için çeşitli tuzaklar ve zehirlerle çok miktarda katledilmektedir.
Kaynakça:
wikipedia
Yazar: Ensar Türkoğlu
Merhabalar 20 Mayıs 2016 tarihli bu bilgi verici yazımızı NESLİHAN BLENGABS yazarımız Bilgi Ustamız sitemizde, Köstebek Nasıl Bir Hayvandır ? başlıklı konu hakkında bilgi ve tecrübelerini bizlerle paylaştı kendisine teşekkür ederiz.
Glokom; tıp literatürüne ait bir kavram olmakla birlikte, bir göz rahatsızlığıdır. Aynı zamanda göz tansiyonu olarak da adlandırılmaktadır. Göz iç basıncının yükselmesi, gözlerde yer alan görme sinirlerini tahrip edebilmektedir. Bu tür durumlarda çıkan sağlık sorununa “glokom” adı verilmektedir.
Glokom rahatsızlığı, başlangıçta çok fazla belirti göstermemektedir. Bu da, hastalığın geç fark edilmesine neden olan bir durumdur. Glokom belirtilerinin geç olması nedeniyle erken teşhis ve tedavinin zorlaşması, gözde meydana gelen tahribat artar ve belirli bir süre sonra onarılamayacak bir seviyeye gelir. Tıp biliminde, erken teşhis oldukça önemlidir. Bu durum, glokom rahatsızlığında da çok büyük bir önem arz etmektedir. Öyle ki bu hastalığın erken teşhisi sayesinde, hastalık nedeniyle görme sinirleri fazla tahrip olmadan hastalık kontrol edilir.
Glokom diğer bir adıyla da göz tansiyonu, daha çok 30 yaş üstü kişilerde görülmektedir. Bu nedenle de, 30 yaşın üstünde olan kişilerin yılda en az bir kere glokom muayenesi olması gerekmektedir. Kişilerin göz sağlığı açısından glokom tedavisinin yanı sıra, görme alanı ile ilgili de gerekli taramadan geçmeleri göz sağlığı açısından oldukça önemlidir. Glokom rahatsızlığı 30 yaş üstünde görülmeye başlansa da, hastalık asıl olarak 40 yaş üstünde ortaya çıkmaktadır. Glokom hastalığı eğer tedavi edilmezse, kişide ani körlüğe sebep olabilmektedir. Göz organı, oldukça kompleks bir yapıdadır. Gözün ön kısmında “aköz humor” adı verilen bir sıvı vardır. Aköz humor sıvısı, şeffaf bir yapıdadır. Bu sıvı madde, sabit bir hızda üretilmektedir.
Göz içerisinde bir basınç alanı bulunmaktadır. Göz içerisinde yer alan bu basınç, dengeli bir biçimde tutulmaktadır. Basınçta dengeyi sağlamak içinse, sabit bir hızla üretilen aköz humor sıvısı, aynı oranda gözün içerisinde çıkmaktadır. Bu durumda, basınç dengesi sağlanmış olur. Gözün içerisini terk eden bu şeffaf sıvı, gözün içinden mikroskobik kanal sistemi adı verilen bir yöntemle ayrılmaktadır. Göz organı, kapalı bir sistemden oluşmaktadır. Bu nedenle de, eğer kanal yolları tıkanırsa dengeyi sağlamak için gözden ayrılan şeffaf sıvı gözden ayrılamaz. Bu durumda ise, göz iç basıncında artış meydana gelmektedir. Gözün içerisinde oluşan bu yüksek basınç, görme sinirlerine zarar vermektedir. Bu zarar sonucunda ise, glokom hastalığı ortaya çıkmaktadır.
Glokom rahatsızlığı, daha çok 30 yaş üstünde görülse de aynı zamanda her yaşta bu hastalığın görülme riski bulunmaktadır. Tedavi edilmediğinde ani körlüğe neden olabilen bu hastalıkta erken teşhis, oldukça önemlidir. Glokom hastalığının belirtileri geç ortaya çıksa da, bu hastalığın bazı durumlarda görülme ihtimali daha da artmaktadır. Özellikle; 30 yaş üstü, yüksek hipermetrop ve miyop ve şeker hastalığı olan ve de uzun bir süre kortizon bulunan ilaç kullanan kişiler risk altında bulunabilmektedir.
Glokom hastalığının belirtileri ise şunlardır: Görmede bulanıklık, Tv izlerken göz etrafında meydana gelen ağrılar, geceleri ışıkların etrafında oluşan ışıklı halkalar ve sabahları yaşanan baş ağrılarıdır.Bu hastalıktan korunmak için en güzel yöntem ise, her yıl düzenli bir şekilde glokom taramasından geçmektir.
Glokom hastalığı oldukça ciddi ve önemsenmesi gereken bir hastalıktır. Bunun nedeni ise, glokom hastalığında oluşan hasarın tedaviyle onarılamamasıdır. Tedavi, sadece gözde meydana gelen hasarı durdurma ve hastalığın ilerlemesine engel olmak için yapılmaktadır. Tedavi sayesinde görme kaybının ilerlemesi önlenmektedir. Kaybolan görme kaybı ise, tedavi yoluyla geri getirilememektedir. Göz tansiyonu yani glokom tedavisi ise, göz damlaları, lazer yöntemi ve cerrahi ameliyatlar şeklinde yapılmaktadır. Glokom hastalığının erken teşhis edilip erken tedaviye başlanması için, her yıl düzenli olarak göz muayenesinden geçilmelidir.
Yazar: Erdoğan Gül
Merhabalar 20 Mayıs 2016 tarihli bu bilgi verici yazımızı KEVSER ALTUNSU yazarımız Bilgi Ustamız sitemizde, Göz Tansiyonu (Glokom) Nedir? Nasıl Oluşur? başlıklı konu hakkında bilgi ve tecrübelerini bizlerle paylaştı kendisine teşekkür ederiz.
Star Wars’ın meşhur bacaksız robotu R2-D2 sevenlerinin karşısına projektör olarak çıkıyor. Nikko Home Electronics isimli firman Star Wars’ın lisansını elinde tutan Lucas Arts’ın da desteğiyle Nikko R2-D2 model adlı projektörünü satışa çıkardı.
Normal bir projektörden eksiği bulunmayan cihaz, 1800:1 konrast oranına, mp3-mp4 oynatıcı, cd/dvd çalar, iPod yuvası, FM radyo, Bluetooth bağlantı ve entegre 20W’lık hoparlörlere sahip. Yani eksiği değil fazlası olan bu R1-D2 robot görünümlü projektör Star Wars fanları tarafından şimdiden kapış kapış gidiliyor. Sevecen R2-D2’nin birebir boyut ve görünümüne sahip bu projektöre sahip olmak isteyenler, 2995$ ödemek durumunda. Marka neler yaptırıyor dedirtecek cinsten şayet aynı işleri yapan ürünleri ayrı ayrı alsanız taş çatlasın 1000$ tutar. (:
Merhabalar 20 Mayıs 2016 tarihli bu bilgi verici yazımızı ITIR ÇALIDAĞ yazarımız Bilgi Ustamız sitemizde, Star Wars’ın Sevimli Robotu R2-D2 Projektör Oldu başlıklı konu hakkında bilgi ve tecrübelerini bizlerle paylaştı kendisine teşekkür ederiz.
Küresel ısınma, yerküre yüzeyinin ortalama sıcaklığında yükseliş göstermekte. 1800'lerin sonlarından beri küresel ortalama sıcaklık 0.4 ilâ 0.8 derece C civarında arttı. Birçok uzman'ın yaptığı hesaplara göre 2100 yılına kadar ortalama sıcaklık 1.4 ilâ 5.8 derece C daha artacak. Bu artış oranı geçmiş artış oranlarından çok daha fazla olabilir.
Bilim adamları insan topluluğu ile doğal ekosistemin çabuk bir iklim değişimine uyum sağlayamayacağından endişe ediyorlar. Bir ekosistem özel bir bölgede, yaşayan organizmalardan ve fiziksel çevreden oluşur. Küresel ısınma çok miktarda zarara sebep olabilir, bu yüzden tüm dünya ülkeleri sınırlamaya yardım etmek için Kyoto Protokolü adlı antlaşma taslağı hazırladılar.
Küresel ısınma'nın sebepleri
Klimatolojistler (İklim Bilimi konusunda çalışan bilim adamları) 1800'lerin sonlarından beri meydana gelen küresel ısınmayı analiz ettiler. Klimatolojistlerin çoğunluğu insanoğlu faaliyetlerinin ısınmanın çok büyük bir miktarından sorumlu olduğuna karar verdilar. İnsanoğlu faaliyetleri Yerküre'nin doğal sera etkisini arttırarak küresel ısınmaya katkıda bulunuyor. Sera etkisi, güneş ışığını, gazları , atmosferdeki parçacıkları kapsayan karmaşık bir işlemle Yerküre'nin yüzeyini ısıtıyor. Sera gazları, ısıyı dünyanın atmosferine hapseden gazlara verilen isimdir. (En zararlı sera gazı, karbondioksittir. Kyoto Anlaşması, karbondioksidin yanısıra metan ve nitrus oksid gazlarının salınımını da düşürmeyi öngörüyor.)
Küresel ısınmaya katkıda bulunan ana insan aktiviteleri: fosil yakıtların yakılması (kömür, petrol ve doğal gaz) ve ormanların yokedilmesidir. En çok yakıt tüketimi: otomobillerde, fabrikalarda, elektrik santrallerinde meydana gelmektedir. Fosil yakıtlarının yakılması ile karbondioksit gazı (kimyasal formülü CO2) açığa çıkmaktadır. CO2 ısının uzaya çıkışını yavaşlatan bir sera gazı'dır. Ağaçlar ve diğer bitkiler besin üretmek için havadaki CO2'i fotosentez ile kullanırlar. Ormanların yokedilmesi, bitkiler tarafından yok edilen gaz miktarı oranını indirgeyerek ya da ölü bitki örtüsü ayrıştırılması ile CO2' nin çoğalmasına katkıda bulunuyor.
Az miktarda bilim adamı sera gazlarının, sıcaklıkta ölçülebilir değişiklik yapmadığı görüşündeler. Doğal oluşumun küresel ısınmaya sebep olabileceğini söylüyorlar. Bu oluşumlar: güneşten yayılan enerjideki artışları içeriyor. Fakat Klimatolojistlerin çok büyük çoğunluğu güneş'in enerjisindeki artışların oluşmuş ısınmaya katkısının çok çok küçük olduğuna inanıyorlar.
ISINAN GEZEGENİMİZ!
Küresel ısınma, ya da bu mesele için Dünya yüzeyinin herhangi "hatırı sayılır" düzeyde artışı, güneşle başlar. Bol güneşli bölge aktivitelerinin sebep olduğu ufak dalgalanmalar dışında, güneşten dünyamıza ulaşan radyasyon miktarı yıldan yıla ve yüzyıldan yüzyıla oldukça sabit kalmıştı. Eğer atmosferin dış katmanına doğru gitseydiniz ve düz bir yüzeyi güneş' in ışınlarına dik olarak birkaç yıl gün ışığı saatlerinde tutsaydınız, metrekare başına ortalama olarak yüzeye vuran 1,368 Watt lık bir enerji bulurdunuz.
Bu enerjinin hepsi dünyamız tarafından emilmez tabi. Kabaca, dünyaya çarpan toplam güneşsel (solar) enerjinin yüzde 30'u bulutlar, atmosferik aerosoller, yansıtıcı yer yüzeyleri, ve hatta okyanus yüzeyi, tarafından uzaya geri yansıtılır. Geri kalan yüzde 70'i toprak, hava ve okyanuslar tarafından emilir. Emilen ışık, çoğunlukla: ultraviyole formda, görülür, ve kızılötesi'ne yakın formdaki solar radyasyondur.
Dünya'nın sıcaklığı güneşten alınan enerji miktarı ve yüzeyden yayımlanan enerji miktarı arasındaki denge ile belirlenir. Üstteki bu iki harita bulutlar'ın ve dünya'nın ışık saçan enerji sistemi (CERES) aracı ile Ocak 2002' de elde edilmiş ölçümleri göstermektedir. Üstteki harita bulutlar, buz ve çöller gibi parlak yüzeyler vasıtası ile yansıyan solar radyasyonu göstermektedir. Karanlık, emilme bölgeleri koyu mavi renkle renklendirilmiştir, Parlak ve yüksek düzeyde yansıtıcı olan yüzeyler ise açık yeşil, sarı ve beyaz renklendirilmiş bölgelerdir. Alttaki ise Dünya'dan yayımlanan ısı radyasyonu'nun metrekare başına düşen Watt olarak göstermektedir. Daha fazla enerji daha sıcak bölgeler tarafından yayımlanmaktadır, çok tropik bölgeler yüksek ve soğuk bulutlu olanları hariç, güçlü ısıl enerji yayımlarlar. En küçük miktarda enerji yayan alanlar beyaz, mavi, mor, kırmızı ve sarı bölgeler ise daha fazla ısı yayan bölgelerdir. (Resimler, Robert Simmon Taranfından CERES bilim takımı için temin edilmiş verilerden alınmıştır.)
Gezegenimiz yüzeyi üzerindeki solar enerji ısılarının absorsiyonu ve atmosfer Dünya yı yaşanabilir kılan etkenlerdir. Enerji Dünya ortamında sonsuza dek bağlı kalmaz. Eğer öyle olsaydı Dünya sıcaklığı güneşinkini aşıncaya kadar gittikçe ısınır ısınırdı. Onun yerine, kayalar, hava, ve deniz sıcaklığı gibi, termal (ısıl) radyasyon yayarlar. Termal radyasyonun çoğu –ki bunların geniş bir kısmı uzun dalga kızılötesi enerjisi formundadır- dış uzay içinde dünyadan ayrılıp, soğumasına imkân sağlayarak, yolculuk ederler. Bu tür radyasyon gözlerimiz için görünmezdir, fakat ellerimiz ateşten ya da araba motorundan yayılan ısıyı hissedebilir.
Bu giden uzun dalga kızılötesi radyasyonun bir miktarı, her nasılsa su buharı, karbon dioksit ve atmosferdeki diğer sera gazları tarafından yeniden absorbe edilir (emilir) ve ardından yeniden dünya yüzeyine doğru yayılır. Bu yeniden emilim işlermi aslında iyidir. Eğer atmosferde hiç sera gazı veya bulut yoksa, dünya'nın ortalama yüzey sıcaklığı çok soğuk olabilir; bu gün olduğu gibi rahat olan 15°C yerine -18°C.
Şimdilerde birçok insan'ın kaygılandıkları şey, geçen 250 yıl içinde insanlar suni olarak atmosferdeki sera gazlarının konsantrasyonunu arttırıyor olması. Fabrikalarımız, santrallerimiz, ve arabalarımızın yaktığı yakıtlar görünüşe bakılırsa karbon dioksidin sonsuz bir akarsuyu gibi. Çöplerimizi topakta ayrışmaya bırakarak Milyonlarca ton metan üretiyoruz. Nitrojen tabanlı gübreler, -ki neredeyse tüm ürünlerimizde kullanıyoruz- atmosferde doğal olmayan miktarlarda nitrojen oksit salınımına sebep oluyor.
Birkere atmosfere giren bu karbon tabanlı sera gazları, on yıllık bir süre ya da daha fazla orada kalır. İklim değişimi üzerine olan Hükümetlerarası Panel (IPCC)' e göre, sanayi devriminden sonra, karbon dioksit seviyesi yüzde 31 yükseldi vemetan seviyesi de yüzde 151 arttı. Paleoklimatoloji okumaları alınan buz çekirdekleri ve fosil kayıtları gösteriyor ki, bu gazlar, en bol sera gazından ikisi geçtiğimiz 420,000 yılın en yüksek seviyesinde bulunmakta. Birçok biliadamı sera gazlarının yükselen konsantrasyonları' nın dünyadan ayrılması gereken ısıl radyasyonun ayrılmasına mani olmasından korkuyor. Esasında bu gazlar aşırı ısıyı Dünya'nın atmosferinde hapsediyor, tıpkı arabalardaki ön canım arabaya giren solar enerjiyi hapsetmesi gibi.
Mevcut iklim verilerinin çoğu bu korkulara bizi geri götürmektedir. Dünyadaki birçok farklı kaynaktan çıkarılan sıcaklık verileri gösteriyor ki dünya'nın yüzey sıcaklığı –alt atmosferi ve okyanusların yüzeyini de içeren- geçtiğimiz yüzyıl içinde dramatik bir şekilde artış göstermiştir. IPCC tahminlerine göre artış 0.4°C ilâ 0.8°C. Dünya çapındaki ölçümlere göre son yüzyıl içinde deniz seviyelerindeki yükselme 0.1 ilâ 0.2 civarlarında. Buzullardan yapılan ölçümlerden çıkan sonuca göre kıtasal olarak buzullarda kalıcı bir azalma oluyor. Biraraya getirildiğinde tüm bu veriler gösteriyor ki son yüzyıl içinde gezegen 1,000 yıl içinde, şimdiye kadarki en yüksek yüzey sıcaklık artışını yaşamıştır.
Yazının 1. Bölümü Sonu. Devamı en kısa zamanda sitemize eklenecektir. Çalışmalar devam ediyor. Kaynaklar :
Merhabalar 20 Mayıs 2016 tarihli bu bilgi verici yazımızı SETANAY YÜKSEL yazarımız Bilgi Ustamız sitemizde, Küresel Isınma – Bölüm 1 başlıklı konu hakkında bilgi ve tecrübelerini bizlerle paylaştı kendisine teşekkür ederiz.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, aylardır üzerine konuşulan çılgın projesini detaylandırdı. İlk duyulduğunda insanda şaşkınlık uyandıran ve bir bakıma şok etkisi yapan bu proje gerçekten ismine yakışır biçimde çılgın nitelikler taşımakta. Öyle ki, bu proje ile mevcut İstanbul Boğazı’na yaklaşık 150m(İstanbul Boğazı 500m-600m) genişliğinde ilave bir boğaz daha açılarak risk oluşturan tanker trafiğinin alternatif yeni güzergaha kaydırılması hedefleniyor. Karadeniz’den Marmara Denizi’e uzanan yeni bir taşımacılık rotasını ortaya çıkaracak olan kanal 25 metre derinliğe sahip olacakken üzerinde kara ulaşımını mümkün kılacak köprüler barındıracak.
Öncelikle Kanal İstanbul’un yeri haksız mülk ve çıkar çatışmalarına mahal vermemek adına gizli tutulacak onu belirtelim. Fakat yapılan nihai açıklamalar doğrultusunda kuvvetle muhtemel nerede olacağıyla ilgili net bir fikir belirtebiliyoruz. Kanalın büyük ölçüde hazine arazilerinin içinden ve Çatalca yakınından geçeceği kesinken, uzunluğunun 45 ile 50km arasında olacağının bilinmesiyle Terkos Gölü civarından başlayarak, Çatalca ve ardından Silivri’ye kadar uzanan yani Karadenizi Marmara’ya bağlayacak 150 metre genişliğinde bir kanal olacağını söyleyebiliyoruz. Proje kapsamında kanalın her iki tarafında özel yerleşim alanları kurularak planlı yapılanma ile modern bir Mini-İstanbul portresi ortaya çıkacak.
Başbakanın yoğun bir çalışma temposuyla Cumhuriyetimizin 100. yılında yani 2023 yılı başında resmen hayata geçirmek istediği proje halkın nezdinde şimdiden kabul görmüş gözüküyor. Aslında bu noktada pek de aksi görüş çıkmayacağı aşikar, nitekim Türkiye’mizin bu ve bunun gibi büyük projelere ihtiyacı var. Temennimiz İstanbul’u geliştirmenin yanında diğer şehirlerimize de aynı özenin gösterilerek gerekli atılımların daha hızlı biçimde yapılmasıdır.
Projenin Sağlayacağı Başlıca Faydalar;
– Planlı yapılanma ve daha düzenli işleyen şehir modelinin sağlanması. – Kirlilik kaynaklarının İstanbul Boğazı’ndan uzaklaştırılmasıyla çevrenin ve yeşilin korunması. – Gemilerin boğaz girişinde günlerce-aylarca sıra beklemesinin ortadan kaldırılmasıyla, güvenli transit geçişlerin sağlanması. – Su derinliğinin 25 metre olması sayesinde bugün dünyanın en büyüklerinden olan 300 bin tonluk tankerlerinin dahi geçişine izin vermesi. – İstanbul Boğazı’nın büyük gemilerden arındırılmasıyla deniz ulaşımı daha aktif kullanılması ve birçok etkinlik, spor müsabakalarına ev sahipliği yapan bir kültür-turizm merkezi – haline gelmesi. – Boğazların temizliği ve güvenliğinin yanında, deniz canlılarının da korunarak denizin şehrin bir parçası gibi aktif ve rahat biçimde kullanılması ve İstanbul gerçek manada tam bir turizm şehri haline gelmesi. – Kanal İstanbul’un sağlayacağı yeni yaşam alanlarıyla, yeni konutlar, oteller, spor merkezleri ve havalimanlarının kurulması. – İstanbul’un boğaz ve kanallarla parçalara ayrılarak ada görünümü sunması ile mevcut halinden daha fazla cazibe merkezi haline gelmesi. – Kültür miraslarımızın tümüyle korunması ve tarihi güzelliklerimizin dünyaya daha iyi şekilde sunulması.
Projenin etüt çalışmalarının 2013 sonunda bitmesi hedeflenirken, ilk kazı işlemine başlanmasının da yine bu zamanlarda yani 2014 yılı başında gerçekleştirilmesi planlanıyor.
Take Our Poll
Başbakanın Ağzından “Kanal İstanbul” Simülasyonu:
ZD YouTube FLV Player
Bu büyük projenin insanımıza kazandırılmasında emeği geçen ve geçecek olan herkese şimdiden teşekkür ederiz. Vatanımıza hayırlı olsun.
Merhabalar 20 Mayıs 2016 tarihli bu bilgi verici yazımızı ABDULLAH YAZICI yazarımız Bilgi Ustamız sitemizde, Kanal İstanbul: Çılgın Proje’nin Detayları Ortaya Çıktı! başlıklı konu hakkında bilgi ve tecrübelerini bizlerle paylaştı kendisine teşekkür ederiz.
Ben site editörlerinden Hodolomax. Bugün siz değerli ziyaretçilerimize 2009 yılında Bilgiustam.com ile ilgili yapmayı planladığımız yeniliklerden bahsetmek istiyorum. Diğer editör arkadaşım Matador’un askerlik görevini tamamlayıp gelmesiyle artık siteyle aktif şekilde ilgilenmeye kaldığımız yerden devam edeceğiz. Benim işlerimin yoğunlu sebebiyle çok aktif olarak yeni konular yazmasam da bundan sonra daha çok zaman ayırmaya çalışacağım.
Öncelikle site tasarımında biraz değişiklik yapmayı düşünüyoruz. Şuanki tasarımda olduğu gibi yine ziyaretçilerin beğenisini kazanan güzel bir tasaraım yapma gayreti içindeyiz. Çalışmalarımız devam ediyor. Umarız en kısa zamanda yeni haliyle sitemiz karşınızda olacak.
Bunun haricinde planladığımız diğer yenilik ise özellikle bilgi paylaşma arzusu içinde olan arkadaşları daha çok ilgilendiyor. Fazla ayrıntıya girmek istemiyorum. Önümüzdeki aylarda bu sürpriz çalışmamızı sizlerle paylaşacağız inşallah.
Bizi izlemeye devam edin… Bilgiustam.com
Merhabalar 20 Mayıs 2016 tarihli bu bilgi verici yazımızı ELANUR KILIÇAY yazarımız Bilgi Ustamız sitemizde, Bilgiustam Yenileniyor başlıklı konu hakkında bilgi ve tecrübelerini bizlerle paylaştı kendisine teşekkür ederiz.
Posted by Unknown
19 Mayıs 2016 Perşembe
0 comments
Canlılarda yaşadığı alana sahip olma ve buralarda liderlik kurma duygusu bulunmaktadır. Özellikle yabani hayvanlarda bu durum sıklıkla görülmektedir. Yabani hayvanlar yaşadığı bölgede ağırlığını ortaya koymaya çalışmaktadır.Diğer canlılara ”burası benden sorulur” imasında bulunmaktadırlar.
Yabani hayvanlar yaşadıkları alana çeşitli yollarla kokularını bırakmaktadır. Bu yöntemle bu alanı sahiplendiğini düşünmektedir. Özellikle ağaç ve kayalara sürtünme, dışkılama, bitkilerde iz bırakma gibi yöntemlerle yaşadıkları yerlerde iz bırakmak istemektedir. Genellikle alan sahiplenme özelliğine sahip hayvanlar kuşlar, memeli hayvanlar ve sürüngenlerdir.
Hayvanların alan sahiplenmesi farklı yollardan olmaktadır. Bu farklılık hayvan türünden kaynaklanmaktadır. Örneğin Kurtlar yaşadığı bölgede dışkılarını bırakmaktadır. Bu şekilde yaşadığı bölgenin sınırlarını dışkılarıyla göstermektedir. Tavuk gibi hayvanların ise yöntemi bölgede uçmak ve ses çıkarmaktır.
Alan sahiplenme olayı bazen daha çok önem arz etmektedir. Yabani hayvanların üreme dönemlerinde ve yavruları meydana geldiğinde lider hayvan tarafından güvenli bir alan belirlenir.Bu alana kendi cinslerinden bile içeri almazlar. Bu şekilde yavrularının güvenliğini sağlarlar.
Hayvanların kendine özel bölgeleri bulunmaktadır. En özel bölgelerinin sınırlarını ise kendi belirlemektedir. Gerek yaşam koşulları gerekse hayvan türüne bağlı olarak bu özel alanın genişliği farklılık göstermektedir. Örneğin; kaplanlar sahiplik yapmak istediği alanı geniş tutmaktadır. Yaşadığı bölgeye göre 600 km2 ye kadar varan bölgeleri vardır. Bu bölge diğer hayvanlarda değişmektedir. Daha güçsüz bir yapıda olan hayvanların sahiplendiği alan yuvalarının yakın çevresidir.
Hayvanlar sahiplendiği alanı davranışlarıyla belli etmektedir. Bu davranışlar hayvanın türüne, cinsiyetine, fiziksel özelliklerine ve benzeri durumlara göre farklılık göstermektedir. Ancak özellikleri ne olursa olsun alan sahiplenme duygusu her hayvanda bulunmaktadır. Yani bir hayvan dişi ya da erkek olabilir.Her ikisi de bir bölgeyi sahiplenme amacıyla elinden geleni yapmaktadır.
Bir bölgede türü rahatsız edecek olaylar meydana gelebilmektedir. Bu durumlarda hayvanlar kendi aralarında sıkı bir güvenlik kontrolü yapmaktadır. Bazı hayvanlar bölgelerinde nöbet tutmaktadır. Hayvanlar çıkardıkları rahatsız edici seslerle ya da güç gösterileriyle alanlarından istemedikleri canlıları çıkartırlar.
Hayvanların yaşama alanları değişmektedir. Bu yaşam bölgesinin değişmesinde hayvanın türü, cinsiyeti, rekabet edebileceği hayvan türleri,üreme sezonu ve birçok unsur etkili olmaktadır. Örneğin gıdanın bol olduğu bir yerde hayvanların sahiplendiği alan küçük olmaktadır. Çünkü zaten ihtiyaçları olan gıdalar yakın çevrelerinde bulunmaktadır. Hayvanların sahiplendiği alanın büyüklüğü ile güçleri arasında doğru orantı bulunmaktadır.Güçlü ve büyük hayvanlar yaşam alanını geniş tutmuştur. Buna aslan ve kaplan örnek verilebilir. Küçük ve güçsüz hayvanlar ise yaşam alanı olarak yuvasının çevresini görmüştür. Bu alana sahiplik etmektedir.Çünkü kendileri için güvenlik beslenme kadar önemlidir.Eğer büyük yaşam alanı tercih etmiş olsalardı; diğer güçlü hayvanlar tarafından saldırıya uğrayabilirlerdi. Bu sebepten dolayı güçsüz ve küçük hayvanlar sadece yuvalarına yakın çevreden besin ihtiyaçlarını karşılarlar.
Hayvanların en mahrem alanı yuvalarıdır. Yuvalarını birçok tehlikeye karşı korumaktadır. Bu koruma şekilleri de hayvan türlerine göre farklılık göstermektedir. Örneğin; arı kovanlarında nöbetçi arılar bulunmaktadır. Bu arılar kovanlarına yabancı bir arıyı bile sokmamaktadır. Nöbetçi arı yerini terk etmemektedir. Özel bir durum olduğunda ise yerine hemen başka bir arı gelmektedir. Kuşlar yuvalarının girişini yılanlara karşı daha güvenli bir hale getirmektedir.Dokumacı kuşlar yuva girişlerini yılanların girmesini engelleyecek bir şekilde yapmaktadır.
Merhabalar 20 Mayıs 2016 tarihli bu bilgi verici yazımızı EGE BULAM yazarımız Bilgi Ustamız sitemizde, Hayvanlar Aleminde Mekan Sahiplenme başlıklı konu hakkında bilgi ve tecrübelerini bizlerle paylaştı kendisine teşekkür ederiz.
Teknolojinin gelişmesi ve daha küçük boyutlarda transistörlerin üretilmesiyle birlikte mikroişlemcilerde hem küçüldü, hemde ucuzladı. Bugün kolunuzda ki dijital saatin, evinizdeki fırının, bulaşık makinesinin ve aklınızıa gelen, birçok elektronik aletin içerisinde bu küçük mikroişlemciler bulunmaktadır. Dahası çocuklarınızın oyuncaklarında bile bu çiplerden vardır. Piyasada amatör elektronikçilerin kullandığı 16F84-16F84A-16F877 gibi modeller en çok bilinenleridir. Bu 16F84A’ların fiyatı yaklaşık günümüzde 5TL dir.
Bu küçük ama maharetli çiplerle neler yapabiliriz peki? Bu mikroişlemciler, tek başlarına kullanılamaz, öncelikle bunların programlanması ve bir elektronik devre haline getirilmesi geretkir. Bir pic i programlamak için öncelikle bir pic programlama yapmaya yarayan derleyici dediğimiz paket bilgisayar programı lazımdır. CCS, Proton Pic Basic bunlardan birkaçıdır. Proton ile daha çok amatör programlamalar yapılırken CCS ile daha detaylı programlar hazırlanabilmektedir. Eğer amacınız bu işte profesyonelliğe gitmek, yada sınırlı kalmayıp, daha ilginç devreler hazrılamak isteniyorsa, CCS ile başlanması mantıklıdır.
Bir pic ile, fli-flop denilen polis sirenine benzer, zamanlamasını ayarlayabileceğiniz yanıp sönen lambalar yapabilirsiniz, bir tabelada kayan yazı hazırlayabilirsiniz, reklam tabelaları hazırlayabilirisiniz. Veya, bir LCD ekran üzerine istediklerinizi yazdırabilirsiniz. Biraz daha detaya inip, bir dijital saat, termometre, nem ölçer vs gibi birçok devre hazırlanabilir. Bunun için ihtiyacınız olan şeyler öncelikle bir pic, bu pici programlamak için bir paket program, ve bu programı pice yüklemek için gerekli olan bir soket. Bu soket pic için özel hazırlanmıştır, internetten araştırdığınızda bunu temin edebileceğiniz yerler bulmanız mümkündür. Ben burada ileriki aşamalarda, hazırlanmış devre örnekleride yayınlamayı düşünüyorum. İlgilenenler yazılarımızı takip ederlerse, görebileceklerdir. Resimde pic programla için kullanılan, bilgisayara bağlanan soketi görebilirsiniz.
Bir amatör olarak nerden başlanmalı? Bu işe yeni başlıyorsanız ve bir amatörseniz, ilk aşamadan harika devreler hazırlamanız mümkün değil, bunun için öncelikle bir lambayı yakıp söndürebilme kabiliyetini kazanmanız lazım. Bunun denemek için yine oturup devre hazırlamanız gerekmez, bu işi sizin yerinize yapan similatör programlar mevcuttur, örneğin ISIS 7 Professional bu similatörlerden en çok kullanılanıdır. Burada bir devreyi hazırlayıp çalıştır komutuyla test edebilirsiniz. Bunun en büyük avantajı para ve zaman kaybınız olmaz.
Yazar: Ahmet Serdar Güldibi
Merhabalar 20 Mayıs 2016 tarihli bu bilgi verici yazımızı NİHAL AKTAY yazarımız Bilgi Ustamız sitemizde, Pic Programlama Nedir? başlıklı konu hakkında bilgi ve tecrübelerini bizlerle paylaştı kendisine teşekkür ederiz.
Satranç oyununun, hatta sonraları olimpiyatları düzenlenen bir spor dalı olarak kabul edilmiş bu starteji savaşının tarihi, Türkler’e dayanmamaktadır; ancak tarihin ilk satranç otomatı olan makinenin ismi, The Turk’dür.
Satranç oynayan otomat (The Turk), 1769 yılında çalışmalarına başlanılarak, 6 ay gibi bir sürede hazırlanmış, 1770’de de ilk kez İmparatoriçe Maria Theresa için görücüye çıkarılmıştır. Bu otomatın mucidi ise, Viyana’da İmparatoriçe Maria Theresa’nın hizmetinde çalışan mekanik erbabı Wolfgang Von Kempelen’dır.İmparatoriçe Maria Theresa için yapılan otomat, tekerlekli bir platform üzerine satranç tahtasının çizilmesinden mütevellit, başına pelerinli, sarıklı ve bıyıklı bir Türk figürü oturtulmuş halde bulunmaktaydı. Uzunluğu 120 cm, genişliği 105 cm, ve yüksekliği 60 cm olan bu makine, akça ağaçtan yapılmıştı. Makinenin önündeki kapak açılarak İçi incelendiğinde, bir çok makara ve kaldıraç ile de karşılaşılmaktaydı.
Çalışma prensibi, kurmalı aletlerde olduğu gibiydi. Kurulduktan sonra karşısına oturan gönüllü ile oynayan Türk, arada kafasını hareket ettiriyor, gözleri ile de satranç tahtasını tarıyordu. Sadece oyunu oynayabilsin diye yapılmadığı ise, rakiplerini zaman zaman yenebilecek kadar iyi hamleler yapmasından anlaşılıyordu. Öyle ki, zamanın meşhur yöneticileri Napolyon ve Benjamin Franklin’i de yenerek, şöhretini artırıyordu.Türk, hamlesi bittiği zaman başını 3 kere sallıyordu, böylece hamle sırası karşı tarafa geçmiş oluyordu. Kimi zaman, karşılaşmalar sonunda soru soran izleyicilere, bir tepside sunulan harfleri birleştirerek yanıt veriyordu.
Tarihteki ilk satranç otomatı olan The Turk, başarılı oyunlar çıkarması ve nasıl çalıştığı ile ilgili bir çok sırrı korumayı başardı. Türk’ü izleyen insanlar, çalışma tekniği ile ilgili bir çok teori de geliştirdiler. Bunlardan geniş yankı bulan 2 teoriden biri, Türk’ün içine bir çocuğun ya da bir satranç ustasının oturtulduğuydu. Bir diğer ilginç teori ise, taşların içinde mıknatıslar olması ve bu mıknatısların etkileşimine göre taşların hareket ediyor oluşuydu.
Genel kabul görebilecek çalışma şekli ise, bu iki teorinin bazı bölümlerinin birleştirilmiş haliydi. Buna göre, Kempelen, satrancı makineye değil, kutunun içinde görülmeyen bir ustaya satranç oynatmaktaydı. Makinenin içinin boş olduğu seyircilere gösterildikten sonra, bir şekilde içine ustanın girmesi sağlanıyordu. Günümüzün ilizyon gösterilerindeki aldatmacalar gibi, seyirciler makinenin boş olduğunu zannediyor, ancak içindeki satranç ustası, oyunu çok az bir ışık altında takip ediyordu. Üstelik bir de, ergonomik olarak zor şartlar altında makineyi yöneterek, rakibini yenmeyi başarıyordu. Buradaki göz yanılsaması ise, mekanizmanın yapısı itibariyle, bölümlerinin katlanabilir durumda olmasından kaynaklanıyordu. Buna ek olarak, kabinin tamamı, önden bakılınca görülecek gibi dizayn edilmemişti. Yine bu teoriye göre, kabinin içinde ikinci bir satranç tahtası bulunmaktaydı. Böylece, kabindeki satranç ustası, oyunu daha rahat takip edebilmekteydi. Türk’ün oynadığı ana satranç tahtasının altında, her karenin ve taşın altına tam denk gelecek şekilde mekanizma ve mıknatıslar bulunmaktaydı. Bu sistemler bütünü sayesinde, ana tahtadaki oyun doğrudan ikinci tahtaya yansıyor, aynı şekilde ustanın hamleleri de ana tahtaya aktarılarak otomat kontrol edilebiliyordu.
Kempelen, bu yöntemle, seyircilerden para da topluyor, ancak kazandığı paranın çoğunu, zor şartlar altında makineyi idare eden satranç ustasına veriyordu. Bu, her ne kadar kanıtlanmamış ve söylenti halinde kalmış bir söylem olsa da, bir çok bilim adamı ve mekanikçi, Kempelen’i şarlatanlıkla suçlamaktaydı. Bunun sebebi ise, insanları makinenin içinde insan taşıyarak kandırması ve bunu ticari hale getirmesiydi. Dr. Gamaliel Bradford ve zamanın ünlü yazarı Edgar Allen Poe, üretilen onlarca teorinin içinde, akılcı çözümleri ortaya dökebilenlerden olmuşlardı.
Edgar Allen Poe, bu otomat hakkında yazdığı “Maelzel’s Chess” isimli yazısında, The Turk’ü şu şekilde tasvir ediyordu: “Oyunu kazanmadan önce, kafasını bir zafer edasıyla sallıyor, kendini beğenmiş bakışlarla etrafına göz gezdirdikten sonra, sol kolunu her zamankinden daha geriye çekiyor ve parmaklarını bir süre dinlendiriyor”.Ancak tüm bu anlatılan ve söylenen teoriler, kanıtlanamadığı için genel geçer bir kabul görmüyordu. Türk'ün sahipleri ve sırrı bilen yakın çevredeki insanlar, kesinlikle sırrı paylaşmıyorlardı. Bu sırrın gizemi ise, Türk’e olan ilgiyi daha da artırmaktaydı.
Kempelen, 1804’de Viyana’da öldü. O’nun ölümünden sonra, The Turk bir kaç kez el değiştirdi. En son, Beethoven’ın yakın arkadaşı olan Johann Maelzel adlı bir makine mühendisinin eline geçti. İlerleyen zamanlarda ilk metronomu yapacak ve böylelikle mucit olacak olan Maelzel, The Turk’ü Kempelen’in oğlundan satın almıştı. Makinenin en fazla şöhrete kavuştuğu dönem, bu dönemdi. 1809’da Napolyon ile satranç oynayan otomat, 1817-1837 tarihlerinde tüm Avrupa ve Amerika’yı gezdi.
Satranç otomatı, 1820’de, bilgisayarın babası sayılan Charles Babbage’la da bir maç yaptı. Maelzel, borçları nedeniyle Avrupa’yı terk ederek Amerika’ya doğru yola çıktı. Amerika’da iyi bir turne gerçekleştirdikten sonra, otomatı Küba’ya götürmeye karar verdi. Ancak Küba’da, sekreteri ve sırdaşı olan satranç ustası William Schlumberger öldü. Sırdaşının ölümünün ardından Güney Amerika’da iflas eden Maelzel, ABD’ye dönüş yolunda, kendi kabininde ölü olarak bulundu ve cesedi denize atıldı. Küba’da, sırdaşı ve satranç ustası olan Schlumberger’in ölümünün hemen ardından iflas etmesi dolayısıyla, bu zaman diliminde otomatın içinde yer alan kişinin Schlumberger olduğu iddia edildi. Ancak kanıtlanamadı. Mezata çıkarılan The Turk’ü, doktor John Mitchell aldı. Mitchell, bir kulüp kurarak, üyelerine belli bir ücret karşılığında The Turk’ün sırlarını anlatmaya ve göstermeye başladı. Başlangıçta küçük çaplı bir şöhrete kavuşsa da, Maelzel kadar başarılı olamadı. The Turk, 1854 yılında Philedelphia’daki bir müzeye bağışlandı. Yapımından 85 yıl sonra, satranç otomatı The Turk, “Büyük Philedelphia Yangını”nda yanıp tarih oldu. Mitchell’in oğlu, The Turk’ün sırlarını açıkladığını öne sürdüğü bir kitap yayınladı. Ortaya çıkışından yanıp kül olana kadar 15 satranç ustası, The Turk ile karşılaşmıştı.
Çalışma mekanizması, teorik anlamda açıklanabilme ihtiyacı ve insanlar üzerindeki etkisi nedeniyle, birçok kitap ve makaleye konu oldu. Bu çalışmalardan en önemlisi ise, Edgar Allen Poe’nun, Kempelen hakkında yazdığı makaleydi. Satranç oynayan Türk hakkında çokça ayrıntılı bilgi içeren “The Turk, Chess Automaton (Gerald Levitt)” isimli kitapta, otomatın o güne kadar oynadığı bazı oyunların ve içlerinde Napolyon’la oynanan oyunun da bulunduğu 52 adet maçın ayrıntılarını bulmak mümkündü. Söz konusu oyunların detaylarını, 1820 yılında, Londra’daki gösteriler sırasında, Maelzel’in bir arkadaşı kayıt altına almıştı. Bu zaman dilimi içinde yer alan 1787-1837 yılları arasında, otomatın içindeki kişinin Jacques-François Mouret olduğu iddia edilmektedir. Kempelen ise, sadece The Turk ile ün kazanmamıştır. Bratislava Kalesi’ne su taşıma sistemi, Tuna nehrinin üstünde yer alan ve günümüzde de kullanılan sarkaç şeklindeki köprü, körler için yazma makinesi gibi bir çok çalışmanın altında, Kempelen’in imzası bulunmaktadır. İmparatorluğun güzel sanatlar akademisi üyesi de olan Kempelen’in, el yazması gravürleri ve çizimlerinin de bulunması, mucidin sanatkar yönünün güçlü motiflerinden olmuştur.
Peki, bu kadar macera ve olaylar döngüsünün içinde, “The Türk” şeklinde anılan bu satranç otomatının, Türk adı ile ne ilgisi vardı?
Dönemin Türk kültürü, Avrupa’da oldukça ilgi çekiciydi. Bu bağlamda, bir çok Türk akınıyla da karşılaşan Avrupa’da, güçlü bir simge haline gelen Türk figürü, bu satranç makinesine “The Turk” isminin verilmesinde büyük bir neden oluşturmaktaydı. Bu akıl yürütmeler dışında, herhangi bir açıklama, bu anlamda yapılmadı. Çalışma prensibi ve daha bir çok sırrı gibi, isminin neden Türk olduğu da, otomatın bir sırrı olarak tarihe geçti.
Merhabalar 20 Mayıs 2016 tarihli bu bilgi verici yazımızı TOYGUN ŞARE yazarımız Bilgi Ustamız sitemizde, Tarihin İlk Satranç Oynayan Makinesi “Satranç Otomatı” başlıklı konu hakkında bilgi ve tecrübelerini bizlerle paylaştı kendisine teşekkür ederiz.